Skip links

DOĞA… ANAMIZIN EVİNE DÖNMEK…

DOĞA… ANAMIZIN EVİNE DÖNMEK…

Bir süredir insanların çoğu  doğa’ya dönmek istiyor nedense. Ben de dönmek isteyenlerden olduğuma göre, demek ki oldukça  uzaklaşmışız doğa’dan. Dönelim dönmesine de; nasıl..? Hangi yoldan..? Uzaklaştığımızda kaç kişi idik..? Şimdi kaç kişi olarak dönmek istiyoruz..? Uzaklaştığımız doğa aynı doğa mı..? Tecavüz edilmiş ve dönmek istediğimiz doğa’nın kapasitesi yeterli mi..? Hep birlikte sığabilecek miyiz..? Ya 2050 de 10 milyar insan olduğumuzda..? Ya  2060 – 2070 – 2080..? Peki… Doğa bizi kabul edecek mi..? Ya da edebilecek mi..?

Antropologlara göre dünya da  insan ırkı yaklaşık 2 milyon yıl kadar önce ortaya çıktı. Gene Antropoloji ile uğraşan bilim adamlarına göre milattan önce 6000 yıllarında dünya nüfusu ancak 5 000 000 civarına ulaşabilmiş. Yani milyonlarca yılda insan nüfusunun gelebildiği sayı hepsi hepsi 5 000 000 insan ile sınırlı imiş. Bu rakamlardan anlaşıldığı kadarı ile bu dönemde insanın doğayı tahrip etmesi değil, doğanın insan ırkını tahrip etmesi söz konusu imiş. Çetin doğa koşulları, bilginin henüz insan yaşamında yaşamı geliştirecek düzeyde olmaması birkaç on yıllık insan ömrü süresini, dolayısı ile insan nüfusunun sınırlı kalmasını açıklamaktadır. Milattan önce 3000 – 3200 yıllarında Mezopotamya da Sümer uygarlığında yazının bulunması, bu sayede bilginin kaydedilmesi ile birlikte uygarlık tarihinde her şey değişti. Bilgi insan yaşamını düzenleyecek şekilde biriktirilmeye ve kuşaktan kuşağa aktarılmaya başlandı. Bu sayede milattan önce 3000 yıllarına geldiğimizde dünya nüfusu 20 milyon civarına yükselmişti. Miladi takvimin ilk yüzyıllarında ise nüfus 300 milyon civarında ulaşmıştı. Bu nüfusun 80 milyonu Roma İmparatorluğunda, 50 milyon kadarı da Çin de yaşıyordu. Milattan sonra 476 yılına kadarki dönemin ilk çağ, ve bu tarihten 1453 İstanbul’un alınmasına kadarki sürenin orta çağ olarak nitelendiğini düşünürsek aradan geçen yaklaşık bin yıllık dönemde dünya nüfusu ancak 400 milyona ulaşabilmiştir. Fakat bu dönemden sonra nufus artışının seyri değişmiştir. İnsan yaşamını doğrudan etkileyen alanlarda bilginin yeterince birikmesi, salgın hastalıkların mekanizmasının yavaş yavaş anlaşılması, gelişen ticaret ve coğrafyalar arası savaşlar ile biriken bilginin diğer insanlara yayılması ve gündelik yaşamda kullanılmaya başlanması ile birlikte nüfus, 1830 lu yıllarda 1 milyara ulaşmıştır. Yukarıda bahsettiğimiz bilgi birikiminin matbaanın icadı ile daha da yaygınlaşması, Rönesans ve Reform hareketleri sonucu tüm bilim alanlarında yaşanan büyük sıçramalar, özellikle sağlık alanında salgın hastalıkların önlenmesi yolunda sağlanan olağan üstü ilerlemeler sonucunda dünya nüfusu 1875 te 1.326.000.000’a, 1900’de 1.491.000.000’a ve birinci dünya savaşı öncesi 1914 te 1.782.000.000 kişiye ulaşmıştır.

Sağlık alanıda aşılama tekniğinin geliştirilmesi, yaygın olarak kullanılması, endüstriyel devrim sonucu gıda, hijyen ve yaşamsal malların üretiminde olağan üstü artışlar, ulaşım olanaklarındaki iyileşmelerle bu olumlu gelişmelerin dünyanın her yerine ulaştırılması bu tarihten sonra dünya nüfusunun adeta patlamasına yol açmıştır. Birinci ve ikinci dünya savaşlarına rağmen dünya nüfusu, 1950 de 2 440 000 000’a, yalnızca 30 yıl sonra 1987 de 5 000 000 000’a, 10 yıl sonra 2000 de 6 000 000 000’a, 11 yıl sonra 2011 yılında 7 000 000’a ulaşmıştır. Dünya nüfusunun 2020 yılında 8 000 000 000 kişi olması öngörülmektedir.

Bu yukarı doğru olağan üstü artışın ancak 2100 yılında dengeleneceğini ve artış hızının sonlanacağı bilimsel çevrelerce öngörülmektedir. 2050 yılında 10 000 000 000, 2100 yılında ise 12 000 000 000 olacağı öngörüsünü gelecekte karşımıza çıkabilecek sorunların çözüm yollarını analiz edebilmek adına not ettikten sonra,  konunun hepimizin ortak arzusu olan “doğaya dönmek” kavramı açısından  irdelenmesine geçebiliriz.

Şöyle değişik bir pencere açalım ve o pencereden bakalım doğaya dönüş arzumuza. Hatta bir film senaryosu oluşturalım:

Diyelim ki üç çocuklu varlıklı bir aile var kadrajımızda. Babanın iyi bir işi var, sağda solda malları mülkleri, evleri arabaları. yani güzel yaşamak için her şeyleri var. Oturdukları ev kocaman, devasa yemyeşil bir bahçesi, bahçesinde çeşit çeşit meyveler, yemişler, çeşit çeşit ekinler yetişiyor. Ve tüm ev halkı bu harika keyfin doyasıya tadını çıkarıyor. Fakat anne ile babanın bir kusurları var. Çocuklarını sorumsuz, beceriksiz ve kolay tüketmeye alışmış bireyler olarak yetiştiriyorlar. Onlara sorumluluk, sahip olma ve sahip olduğunu koruma, düzen, disiplin, etik değerler ve adil paylaşma gibi normal bir insanda olması gereken özellikleri kazandıramıyorlar. Gel zaman git zaman çocuklar büyüyor tabii. Önce en büyükleri evleniyor, bir süre sonra diğeri, bir süre sonra da diğeri. Çocuklar iyi yetiştirilmedikleri için evliliğin sorumlulukları onlara ağır geliyor. Anne ve babanın korumacı tutumları çocukları evlendikten sonra da sürüyor.

Çocukların en ufak bir zorlanmalarında, bir problemle karşılaşmalarında hemen tüm maddi olanakları ile devreye giriyorlar. Bir süre sonra çocuklar ailelerinin desteğini almadan hayatlarını sürdüremez oluyorlar. Aile desteği ile işler kuruyorlar, doğal olarak batıyorlar, Bu döngü uzun bir süre böyle devam ediyor ve ailenin sahip olduğu devasa servet eriyip gidiyor. Çocuklar bir başarısızlıktan diğerine ailenin tüm servetini tüketerek ve hiçbir artı değer üretmeden savrulup gidiyorlar. Yıllar yılları kovalıyor, eldeki avuçtakiler bitiyor doğal olarak. O güzelim devasa, yemyeşil bahçeli ev elden gidiyor, anne baba sağlıklarını kaybediyorlar ve anne baba küçücük bir evde sıkıntılı bir hayat yaşamaya başlıyorlar. Tabii geçen yıllarda her üç çocuğun da üç tane dört tane çocukları oluyor. Film bu ya; hayatın ağır yükü, başarısızlıkla sonuçlanan çabalar, hep tüketen, hiç üretmeyen, elindekinin değerini hiç bilmeyen destekle ayakta duran bu üç çocuğun hayatları sürdürülemez hale geliyor ve oturdukları evlerin kiralarını, yaşamsal masraflarını, çocukların eğitim giderlerini karşılayamaz oluyorlar ve hep birlikte  sosyal bir çöküş yaşıyorlar. Hepsinin bilinç altında anne babalarının onları korumacı yetiştirmesinden dolayı tekrar anne babalarının koruyucu kanatlarının altına sığınma iç güdüsü var. Çok ta haklılar bu iç güdülerinde:  Tüm yaşamları boyunca her şeyi yok edip tükettiklerinde hep anne babalarının kaynaklarına sarılmamışlarmıydı. Tüm zorluklardan anne babalarının serveti kurtarmamışmıydı onları. Ama şimdi artık anne baba bile yardıma muhtaç halde. Kendi yaşamlarını bile sağlıklı bir şekilde sürdüremiyorlar. Üç çocuk, Üç eş, üç ailenin 11 çocuğu. Toplam 17 tüketen, gereksinimleri olan birey. İç güdüleri anne babalarının kanatları altına sığınmayı işaret ete de nasıl olabilir bu..? Hadi hep birlikte Ana evine döndüler diyelim. Ne yerler, ne içerler, ne giyerler ve nasıl geçinirler.

Dilerseniz filmimizin senaryosunu burada noktalayalım. Çünkü bundan sonrasını yazmak, öngörmek bile çok üzücü.

İşte biz doğaya dönmek isteyenlarin durumu bu senaryodaki ailenin durumuna benziyor. Yazının girişindeki rakamlara bakalım tekrar ve kendimize en baştaki soruları tekrar soralım;

Doğa anamıza  dönelim dönmesine de, nasıl..? Doğa anamız eskisi gibi sağlıklı, güçlü kuvvetli değil artık. Elinde avucundaki her şeyi sıkıştıkça aldık elinden. Hiç bir şey sormadı verirken. Şimdi onun da elinde avucunda bir şey kalmadı. Hem biz doğa anamızı terk ederken üç beş kişiydik, kendi yarattığımız o sağlıksız şehirlerde ve gettolarında hiçbir şeyin değerini bilmeyen, hunharca tüketen, iyi yetişmemiş çocuklarımız ile birlikte sayımız binler, milyonlar oldu. Dönsek doğa anamızın evine nasıl sığacağız. Her fırsatta bir tahtasını sökerek yağmaladığımız evin kalan birkaç tahtasını nasıl koruyacağız..?

Demem o ki: Biz doğaya dönmeyelim. Uslu uslu yerlerimizde oturalım. Yaşadığımız yerleri yaşanır kılmayı, bir birimize ve tüm canlılara saygı duymayı, elimizdekileri adil bir biçimde paylaşmayı, insanlığa karşı ödevlerimizi eksiksiz yapmayı deneyelim. Bir de etik ve yaşamsal donanımlara sahip sağlam çocuklar yetiştirelim. Göreceksiniz; o zaman hayatlarımız, yaşadığımız çevre, yediklerimiz içtiklerimiz her şey, ama her şey çok güzel olacak ve artık doğaya dönmemiz gerekmeyecek. Çünkü o zaman doğal olarak doğanın ayrılmaz bir parçası olacağız…

Bülent GÜRAKIN

Leave a comment

Translate »